Sazlıklarda, sazlıklarla bata çıka yürüyordu.
O kadar uzundu ki yol, sazlıklar sanki hiç bitmiyor, onunla birlikte yürüyorlardı.
Ayağı her çamura batışında keyif alıyordu bundan.
Nasıl sevdiğini düşünüyordu, sevmişti, çok sevmişti birini.
Her çok seven kadın gibi her şeyini vermişti, her şeyini adamıştı.
Tüm hırçınlığına asiliğine rağmen sevebilmişti.
Hırçınlığı asiliği çocukluğundan belliydi.
Kara kara yuvarlak gözleri, kara kara saçları, kara mı kara bir teni ve kara kara açtığı bir çukuru vardı.
Onu kim görse büyük küçük döner döner izlerdi.
Yanımda yürüdüğünde kaç kez şahit oldum insanların ona bakıp, onda aradıkları şeye.
İnsanlar bir şey arar gibi bakardı, daha ne güzellikleri var der gibi incelerlerdi.
Öyle ki bende izlerdim zaman zaman güzelliğini, yüzünü unutup birden kara kara gözlerine çarpınca gözlerim yeniden yeniden izlerdim.
Ne değişik ne alacalı karaca gibi bir güzelliği vardı.
Sazlıklarda yürürken hep takındığı sert tavrı daha netti. İnsan ilk kez sevdiğinde ilk o tadı aldığında kolay kolay bırakamazdı. O da bırakamadı.
Zor başlamıştı her şeyi anlatmaya ama o ilk cümlesinden sonra sakındığı çekindiği her şeyi boşvermişti, bana anlatmak için ne kadar tutmuşsa kendini çözüldükten sonra hiç susmamıştı.
Her şeyi anlatıyordu, hiç kimseye söylemedim ama sana güveniyorum derdi.
Çok sonraları öğrendim ki derdine çare bulmak için kendini tutamayıp herkese her şeyi anlatır olmuştu.
Sıcak bir hava, bir çay, loş bir kafe, bir gülümseme, bir bakış biraraya getirmişti onları.
O günden sonra onun adını hep duyar olmuştum.
Anlatıyor anlatıyor nokta ya da virgülünden sonra bir tebessüm konduruyordu aralara.
Onların birlikte benimse onlardan ayrı geçirdiğim bir yazdan sonra benle karaca bir araya gelmiştik.
Yine anlatıyordu durmadan yorulmadan ancak bu defa susmadan, gülümsemeden, bu defa bir başkaydı her şey.
Sitemleri, gocundukları, kırıldıkları vardı.
Onları biraraya getiren bir tebessüm, yükselen bir bahar havası yoktu artık hikayesinde.
Gözleri eskisi gibi heyecanlı telaşlı değildi.
Kara kara kazdığı kuyuya düşmüşte Yağız’ın ellerini uzatıp onu yukarı çekmesini bekliyordu.
Bekledi. Bekledi. Bekledi.
Anladı ki onu ordan çıkarmayacak Yağız bu defa bağırmaya, kendine zarar vermeye, ona zarar vermeye, herkesi kuyunun tepesine toplamaya başlamıştı.
Kuyunun başına toplananlar karanlığa karışan saçlarını, kara kara gözlerini görmeden onu dinliyorlardı, anlatıyor anlatıyor anlatıyordu.
Ah şu karanlık olmasaydı, ah kuyu karanlık olmasaydı da güzelliğini görselerdi, belki biri uzatıp elini onu yukarı çekerdi.
Gerçi sadece Yağızın yanına girmesine izin veriyordu.
Yağızsa kuyuya bir iniyor bir çıkıyor, her gelişinde karanlıkla bir olan karacanın saçlarını öpüp kokluyor içine yanına çekiyordu destanlardaki karacayı orda bırakıyordu.
Üstelik çıkmadan kuyuyu birer adım daha kazıp karacayı daha dibe itip öyle çıkıyordu.
Daha dibe daha derine…
O gittikten sonra üstüne yağan yağmurları, gözyaşlarını, kuyudaki örümcek ağlarını anlatırdı bana.
Bir gün baktm çömelmiş, kafası kollarının arasında artık hikayesini kimselere anlatmıyor.
Anlattığı herkes kaçmış sığınmıştı bir köşeye.
Yağız herkesi düşman etmişti ona.
Ne kız kardeşi, ne dostları, ne onu dinleyen, ne elini uzatan, ne merak eden vardı artık.
Ben tek kaldığını bildiğimden ara ara gidip görürdüm onu, bazen meraktan, bazen de sonsuza kadar susmasından korkar giderdim.
Her söylediğimi hırçınlığı asiliğiyle bir kağıt gibi yakıp küle çevirirdi.
Söyleyeceğim her şeyi önceden bilirmiş gibi dinlemezdi beni.
Bir gün ak tenli bir çocuk elini uzattı ona, ama Yağız’ın geldiğini yanından geçip kuyuya indiğini el yordamıyla karacayı bulduğunu görünce o da çekip gitti.
Bir kaç gün sonra su alıp gittim yanına. “Bak artık senin yörende olmasın, madem seni almayacak götürmeyecek burdan gelmesin. Ekmeğini suyunu bölüşmezsin”, dedim.
Önce sustu, sonra, “Peki”, dedi.
Şaşırmadım çünkü her yanına gidişimde küçük küçük işlemiştim karanlığına bunları.
Daha sonraları anlattığına göre gelmişti Yağız.
Karaca “Gelme” diye bağırmış, Yağız da gururuna yediremeyip inmemişti yanına.
Bizim ki durmamış ama.
Gelmediği günleri saymış saymış saymış beklemişti.
Saydıra saydıra beklemişti.
Kuyunun, karanlığın, defnenin kokusunu bilen Yağız gelmişti, bir kerede unutur muydu hiç gömmeye çalıştığı karacayı.
Bu defa sonbaharlarını kışlarını da alıp gelmişti.
Bizimkinde bu defa bir umut çığlığı, yüzüne zorla kondurmaya çalıştığı bir tebessüm.
Ben mi bense sadece bekliyordum.
Daha önce kaç kez görmüştüm bu kışları, bir adamın arkasında bıraktığı gölgeleri.
Bizim karacayı ordan çıkaracağına o yerleşmişti kuyuya artık.
Karaca’nın omuzlarında kendisinden başka bir de Yağız’ın ağırlığı.
Dolup dolup taşıyordu, ama yorgun olduğunu kendisi de biliyordu artık.
Karaca bir an dinlenmek istediğinde çekip gitmişti Yağız.
Karaca ay ışığınında olmadığı bir karanlık delikteydi artık.
Gün geldi, seslendim ona: Buradan sen çıkabilirsin, kendin kazdın, kendi ayaklarınla geldin bile isteye indin bu kuyuya üstelik kimse zorlamadı kimse itelemedi.
Bu kara kuyuya kara sevdana atlar gibi atladın.
Ben bunları söylerken beni dinlemediğini, yanımızdan Güneş kızıyla oynaşarak geçen Yağız’a baktığını farkettim.
O an hem ben hem Karaca sustuk.
O günden sonra hep sustuk.
Bir süre sonra gitmez oldum kuyunun başına.
Onu ne ben, ne Yağız, ne her gün yeniden toplananlar çıkarabilirdi ordan.
Ben de yokum, Yağız’da artık saçlarını karanlığa ve geceye kaptırmaz dedim kendi kendime.
Çok sonra duydum ki Yağız yine gidiyormuş çukura yine kabul ediyormuş onu.
Duyar duymaz tutamadım kendimi koşa koşa yanına gittim.
Bu kez susuz gitmiştim.
Bardaktan boşalırcasına konuştum, kırılır mı, incinir mi, küser mi diye düşünmeden, aklımdan geçen hiçbir kelimeyi esirgemeden konuştum.
Cevap beklemeden, anlatacaklarını dinlemeden, yüzüne bakmadan çıktım.
 Bir gün sazlıklarda bata çıka yürürken duydum ki Yağız artık su çekemediği için kapattırmış kuyuyu.

©2025 Anadolu Gezi Rehberi

veya

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

veya

Create Account